İslam Dininde Doğruluk Ne Demek? Siyaset Bilimi Perspektifinden Bir Analiz
Güç, Gerçek ve Doğruluk: Bir Siyaset Bilimcinin Gözünden
Toplumların varlık nedenlerinden biri, düzenin korunması ve bireylerin adalet içinde yaşamasıdır. Ancak her düzenin temelinde bir gerçeklik ve doğruluk anlayışı yatar. Bir siyaset bilimcinin gözünden bakıldığında, “doğruluk” yalnızca bireysel bir erdem değil, aynı zamanda iktidarın meşruiyetini inşa eden bir ideolojik araçtır. İslam dini açısından doğruluk (sıdk), hem bireyin Allah karşısındaki dürüstlüğünü hem de toplumun içsel ahlaki dengesini temsil eder. Fakat modern siyaset bu kavramı nasıl dönüştürdü? Güç sahipleri, doğruluğu bir etik ilke mi, yoksa bir yönetim stratejisi mi olarak görür?
İktidarın Doğrulukla İmtihanı
İslam siyaset düşüncesinde doğruluk, yalnızca bireysel bir meziyet değil, yöneticinin meşruiyet ölçütüdür. Hz. Muhammed’in “Doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de cennete götürür” sözü, iktidarın ahlaki sınırlarını çizer. Ancak tarih boyunca yönetenlerin doğruluğu, çoğu zaman iktidarın devamı için araçsallaştırılmıştır. Siyaset bilimi perspektifinden bakıldığında bu, Weberyen anlamda “meşru otoritenin” dinsel bir dayanakla güçlenmesidir.
Günümüz siyasal düzenlerinde, doğruluk çoğu zaman bir “algı yönetimi” aracına dönüşür. Bu noktada şu soruyu sormak gerekmez mi: Doğruluk, artık bir erdem mi, yoksa bir strateji mi? Politik liderlerin söylemlerinde doğruluk, kitlelerin duygusal bağlılığını pekiştiren bir sembol haline gelir. Böylece “hakikat”, iktidarın dilinde yeniden üretilir.
Kurumlar ve İdeoloji Bağlamında Doğruluk
İslam’da doğruluk, yalnızca bireylerin değil, kurumların da ahlaki temelleri üzerinde yükselir. Adalet, şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi ilkeler, doğruluk kavramının kurumsal tezahürleridir. Siyaset bilimi açısından bu durum, devletin meşruiyetini koruyan “ahlaki sermaye”dir.
Ancak modern devlet yapılarında doğruluk çoğu zaman ideolojik bir maskeye dönüşür. Kurumlar, gerçeklikten çok görünürlüğü önemser; bu da İslami doğruluk anlayışıyla çelişir. Çünkü İslam’da doğruluk, “içsel samimiyet” (ihlas) ile başlar, dışsal eylemle bütünleşir. Oysa modern siyaset, eylemin içtenliğini değil, etkisini ölçer. Bu fark, siyasal sistemlerin ahlaki krizini açıklar.
Vatandaşlık ve Doğruluk: Kadın ve Erkek Perspektifinden
İslam toplumlarında vatandaşlık anlayışı, doğrulukla derin bir bağ içindedir. Çünkü doğru olmak, hakka tanıklık etmektir. Erkeklerin bakış açısında doğruluk genellikle stratejik, statü koruyucu ve güç merkezlidir. Onlar için “doğru söylemek”, çoğu zaman konumlarını meşrulaştıran bir araçtır. Kadınların perspektifinde ise doğruluk, toplumsal etkileşimin, empatik katılımın ve ortak iyinin inşasıyla ilgilidir.
Bu farklılık, siyasal katılımın doğasına da yansır. Kadınlar, doğruluğu sadece “hakikati söylemek” olarak değil, “hakikati paylaşmak” olarak algılar. Bu nedenle onların doğruluk anlayışı, daha yatay, daha demokratik bir ilişki biçimi yaratır. Erkek egemen siyaset dünyasında ise doğruluk, dikey bir iktidar aracı olarak işlev görür.
Şu soruyu sormak yerinde olmaz mı: Toplumsal cinsiyet, hakikatin temsil biçimini nasıl etkiler? Kadınların hakikati, çoğu zaman sessizlik içinde yankılanırken; erkeklerin doğruluğu, kürsülerde ve protokollerde sahne bulur.
Doğruluk ve Toplumsal Düzen: Bir Denge Arayışı
İslam’da doğruluk, yalnızca bireyler arasındaki güveni değil, toplumsal düzenin istikrarını da korur. Doğru birey, güvenilir vatandaştır; güvenilir vatandaş, sürdürülebilir düzenin teminatıdır. Bu açıdan doğruluk, toplumsal sözleşmenin görünmeyen ilahi boyutudur. Ancak modern toplumlarda bu ilahi bağ, yerini sözleşmesel rızaya bırakmıştır.
Siyaset bilimi açısından doğruluğun dönüşümü, sekülerleşme süreciyle birlikte “inançtan norm”a, “erdemden stratejiye” evrilmiştir. İslam’ın doğruluk vurgusu, bu dönüşüme karşı bir hatırlatma işlevi görür: Hakikat, hiçbir ideolojinin mülkü değildir.
Sonuç: Hakikat Kime Aittir?
Bugünün dünyasında, hakikat üretimi artık bireylerin değil, algoritmaların, kurumların ve siyasal stratejilerin elindedir. Ancak İslam’ın doğruluk öğretisi bize şunu hatırlatır: Gerçek, iktidarın değil, vicdanın alanıdır. Siyaset bilimi bu noktada şu soruyu sormalıdır: Bir toplumda doğruluk kaybolduğunda, iktidar meşruiyetini nereden alır?
Belki de asıl devrim, yeniden “doğru” olabilmenin ahlaki cesaretinde gizlidir.